Bu yazımızda sizlere psikoloji biliminin cinsiyet, cinsel kimlik ve cinsel yönelim meselelerine bakışını genel hatlarıyla aktaracağız. Başlarken açıklanması gereken bazı tanımların ve kısaltmaların olduğunu düşünüyoruz. Böylece, daha anlaşılabilir bir aktarım yapabiliriz. Öncelikle LGBT; kendisini lezbiyen, gey, biseksüel, trans olarak tanımlayan bireyleri ifade etmek için kullanılan bir kısaltmadır. Bunun yanı sıra LGBTİ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, intersex) ve LGBTIQ (lezbiyen, gey, biseksüel, trans, interseks, kuir) gibi çeşitli kısaltmalar da kullanılmaktadır. Cinsiyet, cinsel kimlik ve cinsel yönelim içindeki tüm çeşitliliği dahil etmek amacıyla, bu kısaltmaların sonuna + eklenmektedir. Biz de yazımızın geri kalanında, bu vurguyu yapabilmek için LGBT+ kullanacağız.
LGBT+ bireylerle ilgili kaynaklar oldukça eski zamanlara dayanmaktadır. MÖ 2000-3000 yıllarından itibaren bu konuyla ilgili yazılı kaynakların olduğu ve bu kaynakların Sümerler, Hititler ve Eski Mısır dönemlerine kadar uzandığı bilinmektedir (Öztürk, 2013). Örneğin, MÖ 1400’lü yıllarda yazılan Hitit yasa derlemesinde erkekler arasında gerçekleşebilecek bir evliliğe izin veren bir yasanın bulunduğu ve eşcinsel evliliğe izin veren ilk yasanın bahsi geçen Hitit yasası olduğu anlaşılmaktadır. Yine tarih boyunca Hititler döneminden başlayarak günümüze kadar sırasıyla Akdeniz uygarlıklarında, Antik Yunan ve Roma uygarlıkları döneminde, daha sonrasında da Arap uygarlıklarında bu tanımlamanın ortaya çıktığı ve yaygınlaştığı bilinmektedir (Spencer, 1998).
Tanımlar ihtiyaçtan ortaya çıkar ve gerçeklikle ilişkilidir. Şimdi LGBT+ gerçeğine dair bazı kafa karışıklıklarını gidermeye çalışalım. Cinsiyet denince akla gelen kadın ve erkek ayrımı iki kutuplu bir sınıflamayla cinsiyeti sınırlandırmayı esas alır. Bu, cinsiyet kavramını sadece anatomiye indirger ve cinsiyet ifadesi, kimliği, rolü vb. olgular dışarıda bırakılmış olur. Dolayısıyla cinsiyetin bebek dünyaya geldiği anda anatomisine bakılarak atandığını söyleyebiliriz. Öte yandan, sayıca az da olsa doğduğunda hem kadın hem erkek cinsel organına sahip (interseks) bireyler de vardır. Bebeğin cinsiyetinin atanmasıyla birlikte, bebeğe toplumsal cinsiyet rolleri yüklenir. Toplum kadına ve erkeğe belli görünümler, yaşam biçimleri, roller atar. Kadın ve erkeğin sorumluluklarını belirler, sosyal yaşantıda neyi nasıl yapacaklarını onlara gösterir. Bireyler bu rolleri içselleştirir ve cinsiyeti ile uyumlu olarak toplumsal cinsiyet kalıbına da girmiş olur. Bu süreç her birey için aynı şekilde ilerlemez. Kişinin atanan cinsiyeti ile cinsiyet kimliği yani kişinin kendisini hangi cinsiyette hissettiği ve tanımladığı aynı olmayabilir. Kadın bedeninde olup kendini erkek tanımlayan ya da erkek bedeninde olup kendini kadın tanımlayan insanlar vardır. Trans kelimesi kendini atanmış olduğu cinsiyet ile değil de diğer cinsiyet ile ifade eden insanlar için kullanılır. Bu bireyler isterlerse hormon takviyeleri ve çeşitli operasyonlar ile kendilerini tanımladıkları cinsiyete fiziksel olarak geçiş sürecini başlatabilirler. Ayrıca, trans bireylerin yasal olarak da bu geçişi yapmaları mümkündür.
Öte yandan cinsel yönelim, cinsiyet ve cinsel kimlikten ayrı bir kavramdır. Cinsel yönelim, bireyin hangi cinse karşı duygusal ya da cinsel çekim duyduğuyla ilgilidir. Eşcinsellik cinsel yönelim ile ilgili bir kavram olup, bahsettiğimiz çekimin kişinin kendi cinsinden olan bireylere karşı oluşmasıdır. Birey biyolojik cinsiyetinden ve cinsel kimliğinden bağımsız olarak kendisi için lezbiyen (eşcinsel kadın), gay (eşcinsel erkek), biseksüel (hemcinsine ve karşı cinse ilgi duyabilen bireyler) diyebilir.
Cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ile ilgili çeşitlilikler uzunca bir dönem psikopatolojik (ya da ruhsal bozukluk) olarak değerlendirilse de sonrasında bu durum değişmiş ve konuyla ilgili çeşitli teoriler öne sürülmüştür. Bu sürecin yansımalarını psikiyatri ve psikoloji dünyasında takip etmek mümkündür. İnsan ruhsallığı ve cinsellik üzerine çalışmalarında Sigmund Freud herkesin biseksüel eğilimlerle doğduğunu söylemiş, eşcinsellik ifadelerinin heteroseksüel gelişimin normal bir aşaması olabileceğini belirtmiştir. Sonrasında Freud, eşcinselliğin “dejeneratif bir durum” olamayacağını da kesin bir dil ile belirtmiş ve yaşamının sonuna doğru şöyle söylemiştir: “Eşcinsellik kesinlikle bir avantaj değil, ama utanılacak bir şey de değil, kötülük yok, bozulma yok; bir hastalık olarak sınıflandırılamaz, biz bunun cinsel gelişim sırasında oluşan belirli cinsel işlevin bir varyasyonu olduğunu düşünüyoruz” (Drescher, 2015).
Bunun yanı sıra, başta DSM (Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı, Amerikan Psikiyatri Birliği [APA]) olmak üzere tanı kitaplarında eşcinsellik ilk başlarda bir tanı ölçütü ve hastalık olarak görülürken yıllar içinde yeni düzenlemeler ile tanı olmaktan çıkarılmıştır. Özellikle 1970lere kadar LGBT+ bireylerin “patolojik” olarak değerlendirildiğini görüyoruz. O dönemlerde güçlenmeye başlayan ve yeni politik-düşünsel hareketlenmeler ortaya çıkaran feminist mücadelenin yanı sıra LGBT+ hareketinin de akademik alandaki öncü çalışmalarının etkisiyle psikoloji dünyasında çeşitli dönüşümler meydana geldi. Bununla birlikte, psikiyatri ve psikolojinin ideolojik konumu tartışmaya açıldı. Bu çerçevede, psikiyatrinin ve psikolojinin bir tür “toplumsal kontrol aracı” gibi işlediği ve eşcinselliğin hastalık olarak görülmesinin de bu ideolojik işlevle bağlantılı olduğu dile getirildi. Bu tartışmalar ışığında önce 1973’te İngiltere’de ve ardından 1974’te ABD’de eşcinselliğin psikiyatrik hastalık sınıflamalarından çıkarılması yönünde güçlü bir çoğunluk oluşmaya başladı. DSM-II’nin 1973’teki revize edilmiş yeni basımında eşcinsellik “cinsel yönelim bozukluğu” olarak tanımlandı. Yukarıda sözü edilen tartışmalar ve gelişmeler sonucunda, 1974’te APA’da yapılan oylama ile eşcinselliğin DSM’den çıkarılmasına karar verildi. Böylece 1980’de basılan DSM-III’te “cinsel yönelim bozukluğu” kategorisi yer almadı. Ancak “egodistonik eşcinsellik” (bireyin kendi eşcinselliğinden rahatsızlık duyması) diye yeni bir kategori oluşturuldu. Bunun akabinde, DSM-III’ün 1987’deki gözden geçirilen yeni versiyonunda ve 1994’te yayımlanan DSM-IV’te bu kategori yer almadı ve eşcinsellik kavramı hiçbir şekilde kullanılmadı. 2013’te yayımlanan ve şu anki son basım olan DSM-V’te “Diğer Psikoseksüel Bozukluklar” başlığı altında yalnızca “kişinin cinsel yönelimi ile ilgili sürekli ve belirgin bir stres yaşaması” şeklinde bir ifade edilen durumlar değerlendirilmektedir (TODAP, 2017).
Özetle, tarihsel süreç, bilimsel bulgular ve LGBT+ bireylerin mücadelesi bir bireyin kendisini LGBT+ olarak tanımlamasının psikolojik bir rahatsızlık olmadığını, aksine LGBT+ olarak tanımlanan tüm cinsel yönelim ve cinsel kimliklerin, bireyin cinsel gelişim sürecinin doğal bir parçası olduğunu göstermiştir. Ruh sağlığı hizmeti veren uzmanlar da LGBT+’ları bu perspektiften değerlendirmeye özen göstermelidir. Bir sonraki yazıda toplumun ve ruh sağlığı çalışanlarının bu bakış açısından uzakta kalmasının LGBT+ bireyler üzerindeki psikolojik etkilerinden bahsetmek yerinde olacaktır.
Yazan: Bilge Korkmaz
Düzenleyen: Yeliz Şimşek Alphan & Beyza Ünal
Kaynakça
Drescher, J. (2015). Out of DSM: Depathologizing homosexuality. Behavioral Sciences, 5(4), 565-575.
LGBT. (2021, 21 Mart). Erişim adresi https://tr.wikipedia.org/wiki/LGBT
Öztürk Ö. (2012). Zor bir konu: Eşcinselliğe bilimsel ve objektif bakabilmek. https://t24.com.tr/yazarlar/ozgur-ozturk/zor-bir-konu-escinsellige-bilimsel-ve-objektif-bakabilmek,5831 (Erişim: 26 Mart 2021).
Toplumsal Dayanışma İçin Psikologlar Derneği. (2017). Psikologlar için LGBTİ’lerle çalışma kılavuzu. İstanbul: TODAP